28 Ağustos 2009 Cuma

Sarman

Yukarıdaki güzel oğlan, Türkbükü'ndeki yazlık evin bahçesinde teyzemlerin beslediği sarı kedimiz. Ülkemiz topraklarında yaşayan çoğu sarı kedi gibi onun da adı Sarman. Nedense sarı kedilere Sarman, beyaz kedilere Pamuk, siyah kedilere Zeytin deme gibi bir adet var ülkemizde.

Sarman geçen sene teyzemlerin evini keşfederek büyük bir piyango yakalamış çünkü eniştem kedilere bayılıyor ve Sarman'ı mamalarla besliyor. Üstelik bizim ailede genetik olarak herkese geçen bir kedi sevgisi mevcut. Sarman'ı da tüm aile bağrına basmış durumda.

Sarmancık bizim sevgimize fazlasıyla karşılık veriyor. Kendini sevdirmek için etrafımızda dört dönüyor. Bizimle adeta konuşuyor. Gün ve gece boyu evin bekçiliğini yapıyor.

Sarman geçen yaz bir gün ansızın çıkıp gelmiş ve tüm yaz teyzemlere arkadaşlık etmiş. Eniştem onun arkadaşlığından o kadar memnun kalmış ki elinde fotoğraflarıyla Almanya'ya dönmüş. Yılbaşı'nda da Bodrum'a gittiğinde ilk iş Sarman'ı aramış. Ama koca sitede onu bir türlü bulamamış.

Mayıs'ın başında yeniden yazlığa geldiğinde de günlerce Sarman'ı beklemiş çıkar gelir diye ama Sarman gelmemiş. Ben de yazlığa gider gitmez ilk iş Sarman'ı sordum. Eniştem üzgün bir ifadeyle onu bir türlü bulamadığını söyledi.

Ama sonra bir mucize oldu ve 3 aydır ortalıkta görünmeyen Sarman tatilimin 3. gününde evimizi şereflendirdi. Sanki hiç gitmemiş, hep ordaymış da bir yürüyüşe gidip gelmiş gibi içtenlikle selamladı bizi.

Hepimize ayrı ayrı ilgi gösterdi. Sürekli mırlamasından oldukça mutlu olduğunu anladık. Ama asıl mutluluk bize aitti efenim. Evde adeta bir bayram havası esti onun gelişiyle.

Teşekkürler Sarman. Yeniden yanımıza geldiğin ve bu sürede kendine çok iyi baktığın için.

27 Ağustos 2009 Perşembe

Küçük Hanımefendiler :)

Kız çocuklarına oldum olası bayılırım. Kıyafetleri, ayakkabıları, tokaları, hal ve tavırlarıyla tam birer küçük hanımefendiler...
Tatilde 2 küçük hanımefendi eşlik etti bana. Kuzenimin kızları Melissa (8) ve Michelle (5). Cıvıl cıvıl, enerji dolu, neşeli ve kırılgan iki kız çocuğu. Ama aslında iki kız arkadaş. Birlikte süslenip, püslendik, gezdik dolaştık, oyunlar oynadık. Her sabah kollarında çantaları benimle beraber deniz kenarına geldiler, hiç bıkmadan her gün saçımı taradılar, tokalar taktılar, güneş kremleri sürüp masaj yaptılar. Bol bol fotoğrafımı çektiler. Deli gibi poz verdiler, şarkı söylediler, dans ettiler... Ama yeri geldiğinde her zaman birer küçük hanımefendiydiler.

Almanya'daki yaşadıkları için çok iyi Türkçe konuşamıyorlar. Beni anlıyorlar ama çoğu zaman Türkçe karşılık veremiyorlar. Ama her kadın gibi pratik zekaları çok gelişkin olduğu için ne yapıp ne edip dertlerini anlatmayı başarıyorlar.

Konu gezme olunca hiç mızmızlık etmeden 12'ye kadar bize eşlik ediyorlar ama eğer evdeysek hiç itiraz etmeden 9'da yataklarında oluyorlar. Alışveriş yapmaya her kadın gibi bayılıyorlar. Sıkılmadan mağaza mağaza dolaşıyorlar. Üstelik fikir önerisinde bile bulunuyorlar.

Hiç bitmeyen enerjileriyle denize defalarca atladıkları gibi yeri geldi mi seninle beraber bir köşede kitaplarını okuyorlar. Enerji veriyorlar, keyif veriyorlar, mutluluk ve huzur veriyorlar...

26 Ağustos 2009 Çarşamba

Bu Yazın Şehir Efsanesi

Bu yaz tüm gazetelerin magazin köşelerinde şöyle bir haber vardı: Süreyya Yalçın 50 bin dolara Türkbükü'nün en poplüler mekanı Lola Beach'de loca kapattı.
Türkbükü'ne gittiğim ilk gün iskelede oturmuş, denizi içime çekiyordum ki denizin üstünde bir sal dikkatimi çekti. Üstü sallarla kaplı bu salı daha önce hiç görmemiştim. Hemen sordum bu nedir diye. Beklenen cevap çok geçmeden geldi. Süreyya Yalçın'ın 50 bin dolar vererek kiraladığı loca bu. Yok artık canım dedim. Yüzen loca mı kiralamış? O kadının yüzmekle işi olmaz ki. İşi gücü güneşlenmek, sallına sallına yürümek değil mi?

Efendim Lola Beach'den kiralamış ve buraya çektirmiş sözüm ona. Bizim koya yeni açılan Su Teras Beach'in önüne. Valla ben onların yalancısıyım. Ama çok meraklıyım ya. Hemen atladım suya, yüzdüm vardım salın yanına. Burdan göründüğü kadar yakın değil bakmayın. Ben büyük çıksın diye zoom yaptım. Yüzdüm yüzdüm... Gülmekten su yutuyordum :)
Birkaç beyaz minder ve tahta bir masadan başka hiçbir şey yok üstünde. İstersen çık 5 dakika nefeslen. Başka da hiçbir işe yaramaz. Bence kimse de onu kiralamaz. Kaldığım 9 gün boyunca da benim gibi meraklılar dışında hiç kimseyi görmedim üstünde. Efendim istersen akşam üstünde yemek yiyebiliyormuşsun. Garsonlar motorla taşıyorlarmış yemekleri. Çok komik değil mi?
İllahi bu sosyetikler gerçekten bu kadar komik mi yoksa bunlar paparazzilerin uydurduğu şehir efsaneleri mi?

25 Ağustos 2009 Salı

Hizmette Sınır Yok

Markalar müşteri memnuniyeti ve marka sadakati yaratmak için müthiş bir çaba içinde ve birbirleriyle ciddi bir yarış halindeler. Müşterimize daha fazla ne verebiliriz, onu nasıl daha fazla memnun edebiliriz diye hem çok çalışıyorlar hem de ciddi yatırımlar yapıyorlar. Bu tatilde 2 büyük marka benden tam not aldı.

Birincisi Shop&Miles. Ben uzun yıllardır Garanti ile çalışıyorum ama Shop&Miles'ı değil Bonus'u kullanıyorum. Yıllar önce öğrenciyken babam bana bir ek kart çıkarmıştı. Sağolsun Garanti onu sürekli yeniler durur. İlk defa bu sefer Bodrum'a giderken işime yaradı :)

Havaalanında uçak beklerken vakit bir türlü geçmez. Hele de yalnızsan. Ben her zaman bir köşede oturup rahat rahat kitabımı okumak isterim. Tabii yanında sıcak bir kahve ya da soğuk bir kola da olursa ne ala. Ama Atatürk Havalimanı'nın hem koltukları, hem de bekleme salonu hiç rahat değil. Üstelik çok da gürültülü. Ayrıca her havaalanında olduğu gibi burada da her şey oldukça pahalı. Bu nedenle Garanti'nin Shop&Miles sahiplerine özel tasarladığı salona bayıldım. Çok rahat kocaman koltukları, süper keyifli bir ortamı ve ücretsiz olarak sunduğu yiyecek ve içecekleri var. Önce güzel bir çorba içtim. Ardından bir sandviç yedim. Sonra da karışık bir tatlı tabağı hazırlayarak, kahvemle birlikte pasta keyfi yaptım. Kitabımı yayıla yayıla okudum. Zaman su gibi geçti gitti. Bu arada burada uçağınızı beklerken isterseniz günlük gazeteleri okuyabilir ya da internete girebilirsiniz. Daha da keyiflenmek ya da uçuş heyecanınızı bastırmak isterseniz çeşit çeşit içkilerden birini seçebilirsiniz. Başka bir arzunuz?

İkincisi Atlasjet. Bodrum Havaalanı'ndan Bodrum Merkez 45 dakikalık mesafe. Eğer bir karşılayanınız yoksa tek ulaşım aracınız da Havaş. Gitmeden önce arkadaşlara sormuştum. Bodrum Havaş kaç lira oldu diye. 17 TL dediler. Gidiş-Geliş 34 TL yapar. Az para değil. Hele de 2-3 kişiysen ciddi çok para. Taksiciler ise bizim Türkbükü'ne 100 Euro diyorlar. Yuh yani. Yok mu arttıran? Kaç lira olursa olsun Havaş'a bineceğiz derken uçakta bir anons:
Ücretsiz Atlasjet otobüsünüz sizi çıkışta Bodrum merkeze bırakacaktır.


Meğerse şirket yeni bir politika benimsemiş: Yolcusunu en çok seven havayolu şirketi
1) İkramları kaldıran diğer havayolu şirketlerine inat yiyecek-içecek servisine devam ediyor.
2) Pegasus'un kişi başı 15 kg'a indirdiği bagaj sınırlamasına inat kişi başına 20 kg hak tanıyor.
3) Yıllardır tekelleşen Havaş'a inat havaalanına gidiş-geliş ücretsiz servis sağlıyor.

Budur işte rekabet :)

24 Ağustos 2009 Pazartesi

AŞKın Sonu

Tatile gitmeden önce başladığım ve sonra kasıtlı olarak okumayı bıraktığım kitabımı Bodrum'da bitirdim.
Bu kitabı o kadar çok sevdim ki bitmesini hiç istemedim. Çok sevdiğin bir yemeği hemen bitmesin diye yavaş yavaş tadını çıkararak yersin ya. İşte aynen öyle yavaş yavaş, sindire sindire okudum. Üstüne düşündüm. Notlar aldım. Ama her güzel şey gibi bunun da sonu geldi. Tatilin son günü dönüş yolunda kitap bitti. Tatil gibi bu kitap da ruhumu dinlendirdi. Henüz okumayanlara ısrarla tavsiye ederim.

"Her hakiki aşk umulmadık dönüşümlere yol açar. Aşk milad demektir. Şayet "aştan önce" ve "aşktan sonra" aynı insan olarak kalmışsak, yeterince sevmemişiz demektir. Birini seviyorsan onun için yapabileceğin en anlamlı şey değişmektir. (sf. 339)"

Not: Anca 30'umdan sonra anladım ben bunu. Biraz geç kaldım. Ama hiçbir zaman hiçbir şey için çok geç değildir.

21 Ağustos 2009 Cuma

Burnumda Deniz Kokusu Damağımda Tuz

Yeniden merhaba!
Tatilden döneli fiziken 4 gün oldu ama ruhen ben anca yeniden aranızdayım. Tatilin kötüsü olmaz. Dinlendim, yenilendim.
Mutlu ve huzurlu geri geldim.
Yukarıda gördüğünüz küçücük koyda (Hebil Koy - Türkbükü) tam 9 gün geçirdim. Bol bol yüzdüm, pek nadiren güneşlendim. Bodrum'un Ağustos'un ortasında bu denli serin olmasına her gün biraz daha hayret ederek günlerimi geçirdim. Suyun temizliğine yeniden ve yeniden hayran oldum. Her denize girdiğimde yüzmek ne güzel şey dedim. İnsan hafifliyor. Kendini bulutların üstünde hissediyor.
Hele de sırt üstü yatıp, bir yaprak gibi suyun üstünde hafif hafif salınınca resmen tüm ağırlıklarından kurtuluyor (maddi, manevi). Keşke İstanbul'da da deniz bu kadar temiz olsa. Keşke bu güzellikler bize bu kadar uzak olmasa...

7 Ağustos 2009 Cuma

Şafak Güneyden Doğan Güneş

Sonunda geldi... Önce ayları, sonra haftaları, sonra günleri saydım ve mutlu sona ulaştım. Senelik tatilimin ilk haftası bugün itibariyle başlıyor. 8-18 Ağustos tarihleri arasında kapsama alanı dışında olacağım. Mutluyum, gururluyum. Denizi ne kadar özlediğimi sanırım söylememe bile gerek yok. Kafamı suyun içine sokup bu dünyadan biraz olsun uzaklaşmak istiyorum. Ege'nin tuzlu sularında arınmak, yenilenmek, enerji dolmak istiyorum. Yukarıda fotoğrafını gördüğünüz iskelenin üstünde tüm gün kitap okumak, şekerleme yapmak, tavla oynamak istiyorum...
Beni özleyin anacığım. BYEEE...

Not: Yukarıda gördüğünüz fotoğraf Bodrum, Türkbükü'nde çekilmiştir ve tatil rotamız burasıdır.

5 Ağustos 2009 Çarşamba

Aklıma Ne Geldi?

Şimdi size anlatacaklarım nerden aklıma geldi bilinmez ama birden çocukluğumda dinlediğim ve beni üzen üç hikaye düştü aklıma. Küçükken dedem bana bülbül ile gülün hikayesini anlatırdı. Hikaye hatırladığım kadarıyla şöyleydi: Evvel zaman içinde bir ülke varmış, bu ülkede hiç kırmızı gül yetişmezmiş. Delikanlının biri de gönlünü bir kıza kaptırmış ama kız delikanlının aşkına karşılık vermezmiş. Delikanlı da aşkından her gün erir bitermiş. Bir gün kız bakmış delikanlının vazgeçeceği yok. Aklınca bir çözüm bulmuş ve delikanlıdan aşkına karşılık kırmızı bir gül istemiş. Delikanlı aramış taramış ama hiç kırmızı gül bulamamış. Çaresizce bir ağacın altına oturup derdini bülbüle yakarmış. Bülbül genci dinlemiş ve onun bu haline çok üzülüp "Delikanlı, yarın buraya aynı saatte gel ve kırmızı gülü al demiş." Ertesi gün delikanlı bahçenin orta yerinde kıpkırmızı gülü görünce çok şaşırmış, koşarak yanına varmış. Ama gül ağacının altında bülbülün cansız bedenini görünce anlamış. Bülbül onun mutluluğu için gülü kanıyla kırmıza boyamış.

İşte çocukken dinlediğim bu hikaye beni çok üzerdi çünkü çok acırdım bülbüle. Bana ne aşktan sevgiden yazık değil mi minik bülbüle. Bir de gece beni uyutmak için annemin okuduğu küçük aslancık şarkısı vardı:
Bir küçücük aslancık varmış
Bir küçücük aslancık varmış
Kırlarda koko koşar oynarmış
Kırlarda koko koşar oynarmış
Annesi onu çok severmiş
Babası onu çok severmiş
Sen benim ca ca canımsın dermiş
Sen benim caca canımsın dermiş
Aslan baba harpte vurulmuş
Aslan baba harpte vurulmuş
Küçük aslan köyden kovulmuş
Küçük aslan köyden kovulmuş


Bir de çocuk şarkısı olacak bu. Yazık değil mi aslancığa niye babası ölüyor? Niye küçük aslancık köyden kovuluyor? Anlayan beri gelsin. Ağla ağla içim çekilirdi valla.
Sonuncusu da babamın özgün hikayesi Ahtapot Kardeş. Zavallı Ahtapot kardeşle denizde hiç kimse arkadaş olmak istemezmiş. Ahtopat Kardeş yalnız başına denizde yüzermiş. Pis balıklar niye arkadaş olmazlardı onunla? Yazık değil mi minik Ahtapot Kardeşe?
Ühüüü ühüüü...


Niye böyle hikayeler anlatılır çocuklara? Yok Kibritçi Kız, Yok Kurşun Asker. Her biri ayrı trajedi...
Amaç ne anlamadım ki? Bak kaç yıl geçti aradan hala aklımda nasıl üzüldüğüm.

4 Ağustos 2009 Salı

Evsiz Adam ve Evli Kediler


Cumartesi günü ayın biri kilisesine giderken küçük bir parkın içinden geçtik. Parkta bir sürü kedi yavrusu olduğunu görünce benim gözlerim parladı birden. Koşarak kedilerin yanına vardım. Boy boy renk renk bir sürü kedi ve bu kedileri besleyen evsiz bir adam. Normalde tanımadığı insanlarla zorda kalmadıkça konuşmayan ben, konu kedi olunca hemen herkesle sohbete başlayabilirim. Kedi aşkı başka bir şey benim için bambaşka... Parktaki evsiz adam beni çok etkiledi aslında kedilerden daha fazla. Parkın bir köşesine kediler için bir yer kendi deyişiyle bir ev yapan adamın kendi kalacak bir evinin olmaması ne trajik bir durum. Oradaki bir bankın üstünde yastığı ve yorganı duruyordu adamın. Sanırım tüm dünyalığı da bu kadardı. Kediler için yaptığı köşe ise görülmeye değerdi doğrusu. Yemekleri, suları, yatakları her şeyleri vardı kedilerin. Zaten bir kedi daha fazla ne ister ki. Tabii biraz da sevgi... Adamın birazdan çok daha fazlasını verdiğine eminim onlara. Lime lime ettiği tavuk parçalarını ağzına yediriyordu bebek kedinin. Gözleri hasta kediciği veterinere götürdüğünü de söyledi daha ben sormadan. Birazdan tekrar götüreceğim dedi. Sağ olsun esnaf tavuk verdi yediriyorum. Ama sütü bitti kedilerin siz de bir süt alıverin dedi. Dönüşte alırız dedik. Allah razı olsun, yolunuz açık olsun diye uğurladı bizi. Vay be dedim içimden Mevlana ne güzel demiş: Nice insanlar gördüm üzerinde elbise yok. Nice elbiseler gördüm içinde insan yok!
Kilise dönüşü bakkal aradık babamla, eee o sütü almak boynumuzun borcu. Ara sokaklarda bulduk bir tane alıp parka vardık. Ama adam gitmişti. Gözü hasta bebek kedi de yoktu ortada. Belki de onu veterinere götürmüştü adam. Anne kedi ise adamın kenardan köşeden bulup buluşturduğu yastık, yorgan ve kutularla yaptığı yatakta keyifle bebeklerini emziriyordu. Yanlarına bıraktım sütü ve ayrıldım oradan. Mutlu hissettim ama kendimi. Merhametli bir insanla her karşılaştığımda hissettiğim gibi.

3 Ağustos 2009 Pazartesi

Ayın Biri Kilisesi

Bundan birkaç yıl önce Ayşe Arman, bir gün Hürriyet'teki köşesinde yazana dek pek çok insanın bilmediği bu kilise o dönemde öyle bir popüler oldu ki yaz-kış, soğuk-sıcak demeden her ayın 1'inde önünde kuyruklar oluştu. Dilek deyince dağları aşan bizler, Rum'muş, Ortodoks'muş umursamadan koştuk adak adamaya. 4 yıl boyunca Vezneciler'de okuyan ve her gün Unkapanı'ndan geçen ben de Ayşe Arman'la birlikte öğrendim kilisenin yerini. Önce babam gitti. Gitmekle kalmadı bizim için de bir anahtar aldı. Bilmeyenler için küçük bir not: Ayın Biri Kilisesi Unkapanı'nda İMÇ'nin arkasında oldukça ufak ve tarihi bir kilise. Buraya her ayın birinci günü gelip 1 TL karşılığında bir anahtar alarak bir dilek diliyorsun. Dileğin kabul olursa anahtarı kiliseye geri veriyorsun. O dönemde babam benim için de bir anahtar almış. Ben de bir dilek tutmuştum. Dileğim çok kısa bir süre sonra gerçek olunca hiç unutmuyorum soğuk 1 Aralık sabahı ben de düştüm yollara. Sabah erkenden babamla vardım kiliseye anahtarımı geri verdim. Yıl 2004. O dönemde deminde bahsettiğim Ayşe Arman faktöründen dolayı çok bir talep vardı kiliseye. Neyseki kış olması, soğuk olması, erken olması gibi diğer faktörlerle birleşince Ayşe Arman faktörü biraz zayıf kaldı da çok beklemeden girdim kiliseye. Gidiş o gidiş. Bir daha da yolum düşmedi oraya. Babam sık sık gitti. Dilekleri birer ikişer kabul oldu. Bense ondan aldığım anahtarları kaybettim. Adadığım dileği falan unuttum derken sene oldu 2009. Bu Cumartesi 1 Ağustos sabahı babamın yine kiliseye gideceğini ve adağının kabul olduğunu duyunca yaz-sıcak filan demeden ben de takıldım peşine. Sabah erkenden vardık kiliseye. Talep vardı ama o şaşalı günlerindeki gibi değil. Üstelik hava da hiç sıcak değildi. Ohh rahat rahat dileğimizi diledik. Sonra Tahtakale'yi dolaşarak Mısır Çarşısı'na vardık. Yolda bebek kedilere filan rastladık ki o da bir başka yazı konusu. Neyse efendim içimizde dilek dilemenin ve gerçekleşeceğine inanmanın huzuru ile gezimizi tamamladık. Ben dileğimin gerçek olacağına tüm kalbimle inanıyorum çünkü inanmanın ve istemenin her şeyin temeli olduğunu biliyorum. Gerisi teferruat. Nerde ne dilerseniz dileyin. Tüm kalbinizle dileyin ki gerçek olsun...