30 Ekim 2009 Cuma

ALO 153

ALO 153 - Ücretsiz Hayvan Ambulansı Çağrı Numarası

Haftada 7 gün 24 saat İstanbul il sınırları içinde sadece yaralı ve acil yardım bekleyen sokak hayvanlarına ücretsiz hizmet veren ambulansa ulaşmak için 153'ü arayarak Beyaz Masa'yı tuşlamak yeterli...

Bugün posta kutumda bu haberle karşılaşınca çok sevindim. Sizin gibi hayvandostlarıyla da paylaşmak istedim. Belki siz de benim gibi duymamışsınızdır. 15 Haziran 2009'da hizmete giren bu hayvan ambulansında bir veteriner hekimin yanı sıra Barınak Gönüllüleri Derneği'nden bir gönüllü ve ambulans şöförü olmak üzere 3 kişi görev yapıyormuş. Tam donanımlı hayvan ambulansında yoğun bakım ünitesi ve solunum cihazı da bulunuyormuş.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nden yapılan açıklamaya göre, Barınak Gönüllüleri Derneği'nin 2007 yılında Kuruçeşme Arena'da düzenlediği ve Sezen Aksu, Ajda Pekkan, Candan Erçetin, Hande Yener ve Yaşar'ın sahne aldığı konserin geliriyle alınan hayvan ambulansı, Veteriner Hizmetleri Müdürlüğü ile yapılan protokol çerçevesinde hizmete girmiş. Veteriner hekim, şoför, yakıt gibi işletme giderlerini İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin karşıladığı ambulansla, İstanbul'daki sokak hayvanlarının olası yaralanmalarına anında müdahale ediliyormuş.
İstanbulluların olası hayvan yaralanmaları durumunda ''Alo 153''ü arayarak hayvan ambulansını bölgeye çağırmaları yeterliymiş. Koskoca İstanbul'a şu anda tek bir ambulans hizmet veriyormuş maalesef. Yani siz çağırdıktan kaç dakika sonra gelir bilinmez ama, yine de böyle bir hizmeti hayata geçirdikleri için başta Barınak Gönüllüleri Derneği'ni, sonra İstanbul Büyükşehir Belediyesi'ni ve hayvandostu sanatçılarımızı canı gönülden kutluyorum.

UNUTMAYIN! İstanbul'da yollarda kaza geçirmiş bir hayvan gördüğünüzde tuşlamanız gereken numara 153!

29 Ekim 2009 Perşembe

Mikropcan 2

Sevgili Mutlucan'ı ben de bir dönem kendi evimde misafir ettim. Annemlerde tadilat olduğu için bizde 1 ay kadar kaldı. Fırsat bu fırsat Nimbus'la tanışır, anlaşır, koklaşır dedim ama nerdeeeee? Nimbus önde, Mutlucan arkada, kıçına vura vura koşturuyordu benimkini evin içinde. Yıldızları hiç ama hiç uyuşmadı. Hiçbir evi yadırgamadığı gibi bizim evi de yadırgamadı Mutlucan, kendini evin kedisi ilan etti. Baş köşeye kuruldu oturdu. Tabii evin asıl kedisi de bu durumdan oldukça mutsuz oldu. İlk gece kütüphanemdeki kalemliği kırarak başlayan misafirlik macerası, camdan atlayıp evden firar etmeye kadar vardı.
Mutlucan bu, özgür ruhlu hayta kedi. Bizim 1. kattan atlamış bir şey mi? Annemlerin evi 3. kat, ordan bile 3 kere atladı. Aslında atladı mı, düştü mü orası muamma ama tek bildiğimiz bizim yüreğimizi ağzımıza getirdiği, kendinin ise burnunun bile kanamadığı. MAŞALLAH diyelim ne diyelim. Duramıyor hayvan durduğu yerde. Aşağıya atladıktan sonra da basıp gidiyor. İşin yoksa saatlerce ara dur onu. Yazlığa gittiği ilk gün de kaybolmuş gitmiş. Önce evi, sonra bahçeyi, sonra yan evin bahçesini tanıyayım durumu filan yok hayvanda. Maceraperest...
Güneş gözlü kedim diye sever annem onu. Yanayakıla ararken onu karanlık köşelerde, önce gözleri selamlar annemi. İşte size mutluluğun resmi :)

...devamı yarın

27 Ekim 2009 Salı

Mikropcan

Mutlucan'a haksızlık yapıyormuşum gibi bir hisse kapıldım. Yani Nimbus'u ballandıra ballandıra anlatıyorum da, Mutlucan'ı kötü örnek vermek için kullanıyormuşum gibi oldu. Hiç iyi olmadı. Üvey evlat muamelesini hak etmiyor Mutlucan. Her ne kadar anne ve babamın kedisi olsa da, alınmasına vesile olan benim. Onu da Nimbus gibi Kedigen'den buldum. Ben ve Nimbus, ayrı eve çıktığımızda anne ve babam kedisiz ve evlatsız kaldıkları için bir kedi yavrusunun boş kalan evlerine neşe getireceğini düşünmüştüm. Ama Mutlucan yaramazlığın boyutunu o kadar arttırdı ki neşe vermenin ötesinde bıkkınlık vermeye başladı. Bu nedenle ben de adını Mikropcan olarak değiştirdim. Zira yaptığı mikroplukların haddi hesabı yok. Bu nedenle anne ve babam ona Mutlucan diye hitap etseler de onun adı benim için Mikropcan :)
Gördüğü her tahtayı kemiren, bu kemirme sevdasına köpek dişlerinden birini kaybeden, buzdolabını açıp içinden yemekleri götüren, biraz sevince çirkin sesiyle yeter ulen diyen, daha da ısrar ederseniz ısırıp kaçan, bazen hırsını alamayıp geri gelerek bir daha saldıran bu cici kediciğin yumuşak tüylerine kanmamanızı tavsiye ederim. Zira kendisi çok iyi bir oyuncudur. Onu almaya gittiğimiz gün öyle masum bir yüz ifadesi tanırak, size anne diyebilir miyim edalarıyla hemencecik taşıma kutusunun içine girip oturmuştu. Yol boyunca da bakın ben ne kadar iyi bir kediyim hiç ses çıkarmıyorum demişti. Eve adım atar atmaz baş köşeye kurularak bize gülümseyen de Mutlucan'dan başkası değildi. Hiç mi hiç yadırgamadı yeni evini, sinmedi, korkmadı, keşfe çıkmadı, ne iyi ettiniz beni almakla der gibi güle oynaya yeni yuvasına alıştı. Onun bu kadar dünya vatandaşı, bu kadar mutlu olduğunu gören annem de Mutlu ismini ona hemen yakıştırdı.

...devamı yarın

23 Ekim 2009 Cuma

İyi ki Doğdun Minik Yağmur Bulutu

Evvel zaman içinde kalbur saman içinde bundan tam 6 sene önce, Beşiktaş Çarşı'nın dar sokaklarından birinde, çok çocuklu bir sokak kedisinin yavrusu olarak dünyaya gelmiş benim kızım. Annesinin siyah-beyaz fanatik Beşiktaşlı rengine inat, duman rengi olmuş tüyleri. Aylardan Ekim olmasına karşın önlerinin soğuk kış günleri olacağını kestiren anası, taşımış hepsini bir apartmanın girişindeki kuytu bir köşeye, başlamış büyütmeye hepsini yalaya yalaya seve seve...
O zamanlar benim ne bu kedi ailesinden haberim vardı, ne de kedi almak gibi bir niyetim. Taa ki soğuk bir Aralık gecesi, 13 yıllık kedim Beny ölene kadar...

Hemen kararımı verdim ve internetten Kedigen'e girerek kendime bir yavru kedi aramaya başladım. Tek isteğim o anda sokaktan bir kedi yavrusu alarak onun sevgisiyle avunmaktı. Kedigen'de bizim kedi yavrularını gören Beşiktaşlı bir bayanın mesajıyla karşılaştım. Sokaktaki hayvanlara karşı duyarsız kalamayan, iyi kalpli bir kadının mesajıyla...Hemen buluştuk o gün iş çıkışı, Beşiktaş'ta birbirini tanımayan iki kedisever kadın...

Çağırdık anne kedi ve yavrularını, gele gele benimki geldi en önden. Bayan bir diğerini de zar zor gizlendikleri klima makinelerinin arkasından çıkardı. Diğerlerinin yüzünü bile göremedik. Aldım ikisini de kucağıma. Biri hayat dolu, cıvıl cıvıl yerinde duramayan bir şişko. Diğeri sevgiye muhtaç uslu bir kız çocuğu...Kalbimin sesini dinledim ve istemeye istemeye uslu kıza veda ederek, bizim şişko zibidiyle taksiye bindim. Kim bilirdi o yerinde duramayan kediciğin bu kadar uslu olacağını.

Noel gecesi evimizi şereflendirdi, pislikten iyice gri görünen şişko bebeğimiz. İsim babası babam oldu. Onun adını yağmur bulutundan ilham alarak Nimbus koydu.İyi ki doğdun minik yağmur bulutum, birlikte nice senelere...
Seni çok seviyorum...

20 Ekim 2009 Salı

İki Yeşil Susamuru


Sallana yuvarlana okuduğum "İki Yeşil Susamuru" dün gece bitti. Kapağını açtığımda Çeşme Ayayorgi koyundaydım. Deniz o kadar güzel, güneş o kadar yakıcıydı ki başlasam da devamını getiremedim. Sonrasında kitabı tatile götürdüğüm gibi aynen geri getirdim. Hemen ardından çıktığım Belçika seyahatinde de bana eşlik etti kitap. Şaka bir yana ne çok yer görmüş (Çeşme, Kuşadası, Foça, Brüksel, Amsterdam, Lüksemburg). Bu sefer yorgun döndüğümüz yürüyüşler sonrası kısa yatak istirahatlerinde ve uzun otobüs yolculuklarında beni içine çekmeyi başardı. Bir hız okumaya başladım. İstanbul'a döndükten sonra okumaya devam ettim ama hızım kesilmişti. Çünkü başta ilginç başlayan konusu, sonrasında çok da tahmin edilebilir bir seyir izledi. Dün gece ise geldim sonuna. Keşke gelmez olaydım. Tamamen bir hayalkırıklığı... İlginç olmaya çalışırken arapsaçına dönen, havada kalan bir final...
Keşke okumasaydım demiyorum ama keşke böyle bitmeseydi diyorum. Benim için okunduğu dönem adına bana mesaj veren bir kitap oldu. Elime aldığım ve okumaya başladığım kitapların bana evrenin bir mesajı olduğunu düşünüyorum. O an ona ihtiyacım varmış ki gelmiş beni bulmuş bunca kitap arasından.

18 Ekim 2009 Pazar

Kedim Havalarda Ne Arıyor?

Benim dobik kedim Nimbus çevresinde usluluğu ve hanımefendiliğiyle tanınır. Bilenler bilir Nimbus söz dinleyen efendi bir kedidir. Kimsenin kalbini kırmak istemediğinden ısırma ve tırmalama gibi kötü huyları yoktur. Çok sıkıştırırsanız en fazla biraz mızmızlanır. Ama genel olarak herkesle arası iyidir. Kendini sevdirmeyi çok iyi becerir.En sevdiği kırmızı battaniyesi kış aylarının vazgeçilmezidir. Hiç üşenmez her seferinde ona uzun uzun masaj yapar, sonra üstünde keyifli bir uyku çeker. Eğer iyi bir masaj ve gırgır terapisi isterseniz battaniyeyi üstünüze örtmeniz yeterlidir.

Pek fazla kötü huyu yoktur. En kötü huyu sevindikçe halı yolmasıdır. Ki bunu da sevinçten yaptığını bildiğimizden göz yumarız ve Nimbuscuğum yine havaifişekleri atıyor deriz. Çünkü ilginç bir şekilde halı yolma sesi havaifişek atılma sesine benzer. Ya da bizim hayalgücümüz fazla gelişkin :)Bir diğer kötü huyu da masayı yatak olarak kullanmasıdır. Tüm gün masanın üstünde yatmaktan büyük keyif alır. Yemek saati geldiğinde de yatma pozisyondan oturma pozisyonuna geçer ve acaba hakkıma ne düşer diye beklemeye başlar. Verirseniz yer, vermezseniz eliyle elinizi kibarca dürterek rica eder.
Genel olarak çok sakin, çok cici, çok uslu bir kedidir benim kızım. Arkadaşlarımın, en önemlisi de annemin kedisi Mutlucanı (namı diğer Mikropcan) bildiğimden, abartmadan söylüyorum bunu.
Ama uslu diye diye nazar değdirdim sanırım kızıma. Yeni bir huy edindi. Önce banyodaki çamaşır makinesinin üstüne, ordan duşakabinin üstüne, ordan da termosifonun üstüne çıkıyor. Termosifonun üstüyle tavan arasında bir karış mesafe var. Orada iki büküm durup ağlıyor ve daha da yukarı çıkmak istediğini ifade ediyor. Tabii daha çıkacak bir yer olmadığından bu sefer de inmek için ağlıyor. Bu garip adeti merak olarak nitelendirmiştim ilk seferinde. Ama bunu huy edindi ve banyonun kapısını açık buldukça tekrarlıyor.

İşin fenası cesaretini toplayıp o koca cüssesiyle yere atladığında çıkardığı ses. Alt kattakilerin şikayete gelmesi an meselesidir. Peki acaba ne arıyor orada? Bazen dolapların ya da kütüphanenin tepesine çıkıp daha da yukarıya bakarak bağırdığını çok gördüm. Ama bu evdeki en tepe nokta. Bunu keşfettiği hiç iyi olmadı :(

17 Ekim 2009 Cumartesi

Bir Sümüklü Böceği Sevmek

Ne zaman yağmur yağsa tüm sümüklü böcekler yollara dökülüyorlar. Dün akşam annemlerden dönerken yine cümbür cemaat hepsi yollardaydı. Merdivenler, kaldırımlar sümüklü böcekten geçilmiyordu. Hal böyle olunca ben hiçbirini ezmemek için pür dikkat gözlerimi yollara diktim. Çünkü insan farkında olmadan üstüne basabiliyor ve o anda çıkan kırılma sesinin ardından çok pişman olabiliyor. En azından ben öyleyim. Oldukça sevimli bulduğum bu hayvanların benim yüzümden ölmesini istemiyorum. Benim için onlar da kuşlar gibi kedi ve köpekler gibi can taşıyan sevimli yaratıklar. Adlarında her ne kadar böcek kelimesi geçse de böcek değiller. Şeffaf gövdeleri ve antenleriyle oldukça da sevimliler. Zaten bu denli sevimli olmasalar koskoca Turkcell maskotu cello'yu yaratırken onlardan esinlenmezdi herhalde.

Dün gece yürürken o kadar dikkat etmeme rağmen birini ezdim. Çıkan ses oldukça sinir bozucuydu. Sonra aklıma şu geldi: Ben küçükken babam hayvanları sevmem için bahçedeki sümüklü böceklere bile cici yaptırırmış. Dedem de karınca yuvalarına şeker taşıtırdı.

Hayvan sevgisi çocukluktan öğretilen birşey yapmalarla, ellemelerle, ısırır, tırmalarla büyütülen çocuklar ileri yaşlarda ya hayvanlardan korkuyorlar ya da hayvanlardan tiksiniyorlar.

Hiç unutmuyorum bir gün bir arkadaşıma kedileri ne kadar çok sevdiğimi anlatıyordum. O da hayretle beni dinliyordu. Baktım kedileri pek sevmiyor. Aslında kedileri değil tüm hayvanları pek sevmiyor. Bırak kedileri ben sümüklü böcekleri bile çok seviyorum. Yolda gördüğüm zaman ezilmesin diye kenara koyuyorum dedim. Gözümün içine dehşetle baktı ve "yok artık seninki de psikolojik vaka" dedi.

Benimki mi yoksa onunki mi psikolojik vaka? Merhametsiz, şefkatsiz insanlardan oldum olası korkarım. Dedem derdi hayvanları sevmeyen insanları da sevemez diye. Küçücük, çaresiz, masum bir hayvana karşı duyarsız kalabilen bir insan bence herşeye ve herkese duyarsız kalabilecek kadar gaddardır.

Lütfen bu dünyayı bizimle beraber paylaşan tüm canlılara karşı biraz daha duyarlı olalım.

12 Ekim 2009 Pazartesi

Boğazım Ağrıyor, Anılar Canlanıyor...

Öyle böyle değil, feci bir boğaz ağrısı çekmekteyim. Dün başladı bugün tüm şiddetiyle devam ediyor. Değil bir şey yemek, su içerken bile canım acıyor. Her yutkunduğumda ben burdayım diyen boğaz ağrım için Bepanthen pastil kullanmaktayım. Bugüne kadar hep işe yaradı. Umarım bu sefer de işe yarar. Tadı pek hoş değil ama oldukça etkili. Ne zaman bir Bepanthen pastil emsem aklıma Strepsils gelir. Şimdi siz ne alaka diyebilirsiniz ama Strepsils'in benim hayatımda çok önemli bir yeri var.

2002 yılının tam da bu zamanları, ben reklam yazarı olarak çalışmaya daha yeni başlamıştım. Daha doğrusu, üniversite sonrası sancılı bir staj döneminin ardından ilk defa çalışıyor ve para kazanıyordum. Kendimi ispatlamak zorundaydım. Hem kendime hem de iş yerime.

Şirketteki ilk önemli işim Strepsils konkuru oldu. O dönemde Strepsils Türkiye'ye çoktan gelmişti ama fazla bir iletişim yapmadığı için çok da bilinmemekteydi. Eczaneler kanalıyla iletişim bombardımanına geçmeden önce bir konkur düzenledi ve beraber çalışacağı ajansı seçti.

Biz yukarıda gördüğünüz işle konkuru kazandık ve bu iş hem benim için, hem de başka kapıları aralaması adına ajans için, iyi bir başlangıç oldu. Dilini çıkaran kızımız Türkiye'nin dört bir yanında eczane vitrinlerini süsledi.

İş büyüdü, devamı geldi ve kızımız taraftar kılığında eczanenin dışına çıkıp billboardlardaki yerini aldı. O dönem için bu çok önemli bir atılımdı. Çünkü reklam yasağından dolayı eczane dışına çıkmayı başaramayan markamız kızımız sayesinde sınırları aştı.

Erkeklerin de ilgisini çekmeyi başardı. Satışlar arttı. Bizim işlerimiz arttı. En önemlisi medikal reklamda Strepsils bir fenomen oldu ve örnek gösterilmeye başlandı. Biz yıllar boyu Strepsils çalışırken, kutu kutu Strepsils tükettik. Bence tadı muhteşem. Şeker olarak bile yenebilir. Ama gelin görün ki yüzbinlere insanı Strepsils kullanmaya ikna eden ben, kendimi ikna edemedim. O kadar gönül borcum olmasına rağmen hala gidip eczaneden Bepanthen pastil alıyorum.

Oysa Sugar Free pastili herkesin çekmecesinde bulunmalı. Pastil kullanmak için illa ki benim kadar boğaz ağrısı çekmeye gerek yok. Çok konuştuğunuz bir toplantı sonrası ya da çok sigara ve alkol tükettiğiniz bir gece ardından da keyifle tüketebilirsiniz.


Biz bunun gibi bir sürü iş üretmiştik Strepsils için, Özge ve Bilun'un kulakları çınlasın. Bugün eczaneden pastil alırken baktım da şimdi tipsiz, karikatürize bir karakteri var. Belli ki yurtdışından ithal. Kafamdaki marka kimliğine yakıştıramadım ne diyeyim.

9 Ekim 2009 Cuma

Bir Tatilin Daha Sonuna Geldik

Ballandıra ballandıra anlattığım tatilimin sonuna geldik.
Buradan tatilimizin sponsoru babama;
ÖZEL TEŞEKKÜRLERİMİ yollarken,
Shop&Miles'ın miles programını düşünenlere de ayrıca teşekkür ediyorum.

Pasaport yenileme sürecimde benden alınan 135 TL'lik defter yenileme ücreti ve ayrıca pasaport uzatma bedeli olarak alınan 276,40 TL'nin dışında yurtdışına çıkış bedeli olarak alınan 15 TL için de ayrıca sitemlerimi iletiyorum. Kısacası devletimiz bize oturun oturduğunuz yerde diyor.

Pasaport yenileme ücretleri:
1 yıl için olanlar
163,80 TL
2 yıl için olanlar
276,40 TL
3 yıl için olanlar
395,30 TL
3 yıldan 5 yıla kadar olanlar (5 YIL)
560,30 TL
Cüzdan bedeli 135 TL

Bu arada Avrupa Birliği üyesi olmayan ülkelere uygulanan Schengen vizesinin de 130 TL olduğunu unutmamak gerek. Hal böyle olunca yurtdışına çıkmak için 40 kere düşünüyoruz. Burnumuzun dibindeki komşu ülkelere bile gidemiyoruz.

Gezemiyoruz, göremiyoruz, öğremiyoruz...

Oysa dünyada görecek öyle çok yer,
öğrenecek öyle çok şey var ki...

8 Ekim 2009 Perşembe

Ardenler'de Yağmurlu Bir Akşamüstü*

Dinant'dan sonra Lüksemburg'a doğru yola koyulduk. Yolculuğumuz boyunca Ardenler'in yeşilleri bize eşlik etti. Benim gibi coğrafya cahilleri için kısa bir bilgi: Ardenler, yoğun ormanlarla kaplı, tepelik ve büyük bir kısmı Belçika ile Lüksemburg sınırları içinde kalan, bir kısmı da Fransa sınırları içine giren bölge.Yeşilin her tonunu görmek mümkün. Bu nedenle Belçika ve Lüksemburg arasında araba yolculuğu oldukça keyifliydi. Amsterdam'a giderken inekler beni hayrete düşürmüştü. Öyle çoklar ki... Lüksemburg'a giderken de Ardenler beni şaşırttı. O kadar yeşil ki... Göz alabildiğine...
Lüksemburg da yeşilden nasibini almış. Yeşili bu kadar bol kaç başkent vardır bilmem. Lüksemburg bildiğiniz üzere küçücük bir ülke. Kendi küçük olmasına karşın ismi uzun olduğu için haritaya sığmaz bile. Özel olarak Lüksemburg'u görmeye giden insanlar olduğunu da pek sanmam. Ama bizim gibi civar ülkelerden burayı ziyarete gelenler çok oluyordur herhalde. Çünkü Belçika, Fransa ve Almanya'ya komşu olduğu gibi çok da yakın.
Başkenti de Lüksemburg olan bu şehri de pek fazla gördük sayılmaz. Çünkü 3 saat filan kalabildik. Ama ülke küçük, şehir haliyle küçücük olunca görecek ne kadar çok yer var bilmem. En azından havasını soluduk, ülke hakkında kısa bir bilgi edindik. Öğle yemeği yedik, sokaklarında biraz gezindik. Burası İngiltere'de yapılan bir araştırmaya göre dünyanın en güvenli kentiymiş. Üstelik kişi başına düşen milli gelir oranıyla da dünyanın en zenginiymiş. (110 bin dolar - Türkiye'de ise bu rakam 10 bin dolar civarında) Ehh yaşamak için pek ideal görünüyor değil mi? Belki 60'ından sonra :) Büyük ve renkli şehirlerde yaşayanlar için fazla huzurevi tadında bence.Şehir bir vadiye kurulmuş. Kaleler, kuleler vadinin tepesinde yer alırken, bazı yerleşim yerleri de vadinin dibindeki nehrin kenarına kurulmuş. Rehberimiz yeşilliklerin arasından kıvrıla kıvrıla nehir kenarına inebileceğimizi söyledi. Ama ciddi bir kondisyon gerektirdiği konusunda da bizi uyardı. Onun için biz nehre tepeden bakmakla yetindik.Lüksemburg'da yaşadığımız en büyük sürpriz şehrin meydanındaki Türk Günü etkinlikleri oldu. Bayramın 1. günü olması dolayısıyla orada yaşayan Türkler böyle bir etkinlik düzenlemişler. Meydana doğru yürürken annemin "kulağıma bir Türk müziği geliyor" demesinin hemen ardından, meydanda bizi Türk bayrakları ve semazenler karşıladılar. Yiyecek olarak da döner, kısır, börek, mercimek köftesi, patates salatası gibi bilindik tatlar...Sonra birden hava karardı ve yağmur başladı. Pazar olması nedeniyle boş sokaklarda, hafif atıştıran yağmurun altında dolaşırken, kapalı dükkanların vitrinlerindeki kışlık kıyafetler gözüme çarptı. Kışın burası çok soğuk oluyor sanırım.Dönüş yolunda Lavaux Sainte-Anne kalesine uğradık. Günümüzde av müzesi olarak ziyaretçilere açık olan bu kale bizim gittiğimiz saatte kapanmıştı. İki geyik görüp, iki fotoğraf çektikten sonra özel bir bira (trappist) içerek molamızı tamamladık.Trappist: Sadece Belçika'da Trappist keşişlerinin bizzat ya da gözetimi altında üretilen birden çok kez fermente edilmiş, yüksek alkollü ve bir o kadar da lezzetli bira.

*Dönüş yolunda Ardenler'den geçerek otobüsümüzle Brüksel'e doğru ilerlerken hafif atıştıran yağmura ithafen babam bu başlığı yazdı. Ve bloguma bu başlıkla bir yazı yazmamı önerdi.

7 Ekim 2009 Çarşamba

Dinant'da Güneşli Bir Pazar

Amsterdam'dan dönüşü 12 saatlik yolculuğun bizi çok da yormadığını görerek, ertesi gün de 12 saatlik Lüksemburg turu almaya karar verdik. Zira sadece Pazar günleri yapılan Lüksemburg turu için bu ilk ve son şansımızdı. Yine aynı tur şirketiyle yine kişi başı 50 Euro ödeyerek yine sabahın 9'unda yollara döküldük. Ama bu sefer tam tersi istikamete, güneye doğru yola çıktık. İlk durağımız Belçika sınırları içindeki Dinant şehri oldu. Güneşli bir Pazar sabahı Dinant, öylesine durgun, dingin ve huzur doluydu ki hepimiz ister istemez burada yaşasak nasıl olur diye aklımızdan geçirdik. İlk görüşte sevilen şehirlerden Dinant, güzelliğiyle size kendini hayran bırakan cinsten. Öyle güzel bir coğrafya üzerinde öyle önemli bir konuma sahip ki yüzyıllar boyu uğruna savaşlar verilmiş. Şehrin merkezinde tepede yer alan kale, her iki dünya savaşında da ağır çatışmalara sahne olmuş. Kaleye fünikülerle çıkmanızı önemle tavsiye ederim çünkü merdivenler dikliği ve çokluğu nedeniyle çıkılamayacak türden. Kaleye fünikülerle çıkmanın ve kalede rehber hizmeti almanın bedeli 7 Euro.

Yukarıda muhteşem bir manzara sizleri bekliyor. Muese nehri üzerinde böyle güneşli bir günde tekne turu yapmak süper olabilirdi ama bizim sadece 1,5 saatimiz olduğu için yapamadık. Kaledeki rehber 3 dilde kalenin tarihini ve burada yaşanan savaşları anlatırken ruhumu teslim ediyordum. Aynı şeyi 3 dilde dinlemek ne kadar da sıkıcı. Bence bizim gibi kısıtlı bir zamanınız varsa bu rehberli turu almasanız da olur. Çünkü minimum 30 dakika sürüyor.

Dinant'ın "couque" denilen kurabiyeleri çok meşhurmuş. Biz denemedik onun yerine pastanede gözümüze kestirdiğimiz çikolatalı bir pasta çok daha cazip geldi. Annemle birlikte nehrin kenarında afiyetle onu yedik. Zaten Pazar olduğu için dükkanların çoğu da kapalıydı ve biz sadece vitrinlerine bakmakla yetindik. Benim Brüksel'de görüp bayıldığım kedili biblolardan burada da vardı :)

Dinant'ın bir önemli özelliği de saksafonu icat eden Adolphe Sax'ın burada doğmuş olması. Bu nedenle Dinant saksafonun anavatanı kabul ediliyor. Görüldüğü gibi saxophone kelimesinin başındaki sax da bu adamın soyadından geliyor. Saksafon müzesi de Dinant'da görülecek yerler arasında. Biz vaktimiz dolduğu için sadece müzenin önündeki Adolphe Sax'ın heykeliyle fotoğraf çektirmekle yetindik. Caz meraklılarına duyurulur. Her sene burada caz konserleri veriliyormuş hatta birinde Amerika eski Başkanı Bill Clinton bile saksafon çalmış.

Güzeller güzeli Dinant'tan ayrılırken tipik bir Türk olarak, burada evler kaç paradır diye düşünmeden edemedim. Bu güzel evlerden birinde sakin bir hayat nasıl olurdu acaba? Ya da en azından Brüksel'de yaşayıp hafta sonlarını Dinant'da geçirmek :)

2 Ekim 2009 Cuma

Günübirlik Amsterdam Turu

Brüksel'de kaldığımız 6 güne 2 farklı ülke daha sığdırdık: Hollanda ve Lüksemburg. Her ikisi de Brüksel'e 2 saat mesafede. Yani İstanbul'dan Tekirdağ'a gider gibi Brüksel'den Amsterdam'a gidiyorsun. Ülke değiştirirken de ne vize soran var ne pasaport. Aynı şehirlerarası yolculuk gibi sadece tabelalardan ülke değiştirdiğini anlıyorsun. Serbest dolaşım işte böyle güzel bir şey. Şu Schengen vizesini çıkarmaları ve para birimini tüm Avrupa ülkelerinde Euro'ya çevirmeleri pek güzel oldu. Elini kolunu sallaya sallaya gezindir dur. Sabah Belçika'dasın öğlen Hollanda'da, akşam yeniden Belçika'da.
Amsterdam'a trenle gitmek mümkün ama biz tur aldık. Sabah dokuzda şehrin merkezinden kalkan tur, rehber eşliğinde sizi Amsterdam'a götürüp getiriyor. 12 saat süren bu turun kişibaşı ücreti 50 Euro ve buna sadece ulaşım ve rehberlik hizmeti dahil. Amsterdam oldukça ilginç bir şehir. Bence mutlaka görülmeli. Biz fazla gördük sayılmaz ama 3-4 günlük bir bayram tatilinde gidilecek yerler listeme aldım ben. Bir şehirde birkaç gün kalmadan, o şehrin ruhu anlaşılmıyor bence. Ben şehirleri insanlara çok benzetirim. İlk izlenim önemli tabii ama sevmeniz ve benimsemeniz için biraz zaman geçmesi gerekiyor. Bazı şehirler yaşadıkça seviliyor, bazılarına ise insanın kanı hemen kaynıyor. Brüksel çabuk benimsenebilecek şehirlerden, kolay, düzenli, temiz, nezih... Amsterdam ise İstanbul gibi karışık, kalabalık, kaotik...
Amsterdam' adım atar atmaz kanallarda bir tekne gezisi yaptık. Yaklaşık bir saat süren bu tekne gezisi sayesinde şehri kabaca görmüş olduk. Amsterdam bir çeşit kanallar şehri. Kuzeyin Venediği denebilir. 135 kanalın üstünde 1200'den fazla köprüye sahip ve kanallarda ciddi bir tekne trafiği var.Ama bence en ilginci kanalların üstündeki meşhur kanal evleri. 1600 yıllardan bugüne uzanan bu yüzen evler, Amsterdam'a ayrı bir özellik katmış. Tekneyle evlerin dibinden geçiyorsunuz. Kimi evler çok eski, kimi çok yeni. Kimi çok salaş, kimi ise oldukça zevkli. Ama hepsinin ortak özelliği bu evlerin şu anda çok pahalıya satılıyor olması. Zaten Amsterdam'da ciddi bir yer sıkıntısı var. Kanal evlerine de zamanında sırf bu nedenden dolayı izin verilmiş. Binaların cepheleri de oldukça dar ve hepsi bitişik nizam.Amsterdam tam bir bisiklet şehri. Katlı bisiklet otoparkındaki binlerce bisikleti yanyana görünce şaşkınlıktan küçük dilimi yutuyordum. Meğerse burda insanlar işe giderken bile takım elbiseli olmalarına rağmen bisikleti tercih ediyorlarmış. Ben hiç bu kadar bisikleti bir arada görmedim.Hollanda'daki Coffeeshop'lar küçük miktarlarda Hint keneviri satma izinine sahip. Sanırım bu miktar 5 gramla sınırlı. Alışkanlık yaratan eroin tarzı maddelerin satılması ise kesinlikle yasak. İnsanlar buralarda kahve içer gibi ot çekiyorlar. Özgürlüğe bakar mısınız?Hollanda çılgınların şehri, her şeye karşı toleranslılar. Red Light District'te şehrin göbeğinde envai çeşit kadın, kırmızı sokak lambalı evlerin vitrinlerinde kendilerini sergileyip satıyorlar. Siz de müze gezer gibi aralarında dolaşıyorsunuz.

Not: Red Light District fotoğraf çekmek yasak olduğundan yukarıdaki fotoğraf temsilidir.

Gezelim Görelim Brüksel

Brüksel'den bahsedip Atomium ve Mini Europe'dan bahsetmemek olmaz. İkisi de ilginç, ikisi de bir kere görülmeye değer. Üstelik birbirlerine çok yakın oldukları için. Bir taşla iki kuş durumu.

1958'de Expo58 fuarı için inşaa edilen Atomium, hücrenin kristal yapısının 165 milyar kez büyütülmüş hali. Atom çağını sembolize ediyor. İlk başta atom çekirdeğinin tek bir topu üzerinde durması planlanan bu yapı, daha sonra rüzgara dayanmayacağı düşünülerek yanlardan ayaklarla desteklenmiş. Kişibaşı 9 Euro'ya içinde gezme şansına sahip olabiliyorsunuz. En tepesindeki bayraklı yere asansörle çıkarken asansör kabinin tepesi cam olduğu için uzaya fırlatılıyor gibi hoş bir hisse kapılıyorsunuz. Her topunda olmasa da birkaç topunda yürüyen merdivenler sayesinde gezmek mümkün.

Restoran ve cafe olarak dizayn edilmiş toplarda eşsiz Brüksel manzarasına karşı bir şeyler yiyip içebilir ya da tepeden Mini Europe'u inceleyebilirsiniz. Rivayet olunur ki açık havada teleskopla bakıldığında Eyfel Kulesi'ni bile görmek mümkünmüş. Ben de bunu daha yeni öğrendim. Daha önceden duymuş olsaydım Mini Europe'daki sahtesine bakmak yerine orijinalini görmeye çalışırdım. Lakin biz gittiğimizde hava müthiş güzeldi.

Atomium'a komşu olarak 1989 yılında inşaa edilen Mini Europe'da Avrupa Birliği üyesi ülkelerin turistik yerlerinin minyatürleri sergileniyor. Oldukça geniş bir alana kurulu Mini Europe kısa bir Avrupa turu niteliğinde. Ülkeler arasında dolanırken gördüğünüz ve görmediğiniz yerlerin kafanızda bir özetini yaparak bundan sonraki seyahat rotanızı çizebilirsiniz :)

Bence İngiltere ve İtalya, minyatürlerine bile bakıldığında açık ara diğerlerine göre daha ilgi çekici ve görülmeye değer görünüyorlar. İspanya'nın ise biraz hakkının yendiğini düşünüyorum. Bu arada Mini Europe yapılırken tüm Avrupa Birliği ülkeleri para verdiği halde, Belçika ve Hollanda kendilerine daha çok yer ayırmışlar. Diğer ülkeler de bu duruma biraz bozulmuşlar.

Mini Europe'da gezerken hangi ülkenin önüne geldiyseniz butonuna basarak marşını dinliyorsunuz. Ayrıca yüzen gemiler, gezen trenler, kamyon ve tırlar derken binalar dışında da bakılacak bir çok şey var. Bir kere insanlar ve ayrıntılar çok dikkat çekici. Belçikalılar yine ince işçiliklerini konuşturmuşlar. Çocuklar için bence çıldırtıcı güzellikte. Sürprizli butonlara basıyorsun ve ne olacak diye bekliyorsun. En ilginci Vezüv Yanardağıydı. Ben karşısına geçip düğmesine basıp, patlamasını beklerken, ayağımın altındaki zemin bir anda sallanmaya başlayınca ödüm koptu. Ama çok da hoşuma gitti. Çünkü oldukça zekiceydi :)